13 Aralık 2009

Rüya Gibiydi

Beşiktaş'ın Manchester United deplasmanı ve Ingiltere vizesi olunca o maça gitmemek için çok fazla sebebinizin olması gerek. Benim o kadar sebebim yoktu gittim gördüm. Manchester maçı çarşambaydı. Ne yapmalı, ne yapmalı?

Önce hafta sonu oynanacak Chelsea maçına heveslendik. Lakin bilet almak ne mümkün. Arsenal kartı sahiplerine sunuluyor biletler, onlar da bitiriyorlar anında. Biz de umudu kesip Standard Liege maçına biletlerimizi aldık. Salı günü Emirates'te izleyelim Arsenal'imizi, oradan Manchester'a geçeriz dedik. Sonra Ingiltere'den bir haber geldi; Abi Chelsea maçın iki kombine kart buldum. Ister misin? Al dedim. Alma demek için deli olmak lazımdı.

Neticede salı Arsenal - Standard Liege, çarşamba Manchester United - Beşiktaş, pazar Arsenal - Chelsea maçlarıyla futbola doydum. Ekşibeşiktaş'a yazdım, dilim döndüğünce size de aktarayım izlenimlerimi;

Öyle bir oyun ki futbol, zamanla bulunduğu kabın şeklini alıyor. Nerede oynanıyor ve oynatılıyorsa orasının örf, adet ve geleneklerini kapıyor. Ona göre oynanıyor. Neticede öyle bir hal alıyor ki, siz Türkiye'den İngiltere'ye maç izlemeye gittiğinizde onların "maç" dediği kavramın içini sizden daha farklı bir şekilde doldurduklarına şahit oluyorsunuz. Futbolu algılama biçimlerindeki farklılıklar, futbolu oynama biçimlerine de yansıyor haliyle.


Öncelikle şunu belirteyim, İngilizler holiganizmi bitirirken arada taraftarlık kültürünü de törpülemişler. Oraya gittiğinizde görüyorsunuz ki bunu sadece polisiye tedbirlerle de yapmamışlar, stadların yapılandırılması, sosyal hayat içerisinde futbola ayrılan kısım... Top yekün bir işe girişmişler ve başarılı olmuşlar. Sonucunda elde ettikleri kazanımı benimsemeyen de çok kişi olacaktır ama bu bir ayrı konudur. İngiltere, futbolun bir başka şekilde algılandığı bir yer olmuş bir kere.



Günümüzde alışveriş merkezleri proje olarak toplumu yeniden şekillendiren önemli yapılar konumunda. Çünkü yaşama alışkanlıklarınızı değiştiriyor ve size bir başka şeyi öneriyor. İkinci bir ev konsepti diyebiliriz buna. İçinde yemeğinizi yiyiyorsunuz, kahvenizi içiyorsunuz, alış verişinizi yapıyorsunuz, sinemaya da orada gidiyorsunuz. Yani diyor ki size, senin ihtiyacın olan her şey burada mevcut. Sinemaya gittiğinizde bir t-shirt alıyorsunuz, yemek yerken gözünüze bir kol saati takılıyor, kahvenizi içerken karşı dükkandaki kazağı beğeniyorsunuz. Neticede bir şekilde yaşam alanınız haline geliyor.



Avrupa'da yeni inşa edilen bu stadyumların da, aynı alış veriş merkezi mantığında tasarlandıklarını söylemek mümkün. Benim Emirates Stadyumu'nu görme şansım oldu. Stadyumun çevresinde dolaştığınızda, içerisine girdiğinizde, koridorlarında bulunduğunuzda ve hatta koltuğunuza oturduğunuzda diyorsunuz ki "Bu yapı, sadece futbol izlemek için tasarlanmış olamaz". Çünkü bir başka şey olmuş artık o. Stadyumun dışında M'si bol Migros kadar büyük mağazaları, stadyumun içerisinde kalite ve fiyat seviyesi birbirinden farklı restorantları, bira / sandwich satış yerleriyle, tuvaletleriyle, giriş çıkışlarıyla, koltuklarının kalitesi, konumlandırılması, stadyum ışıklarıyla inanılmaz bir şeye tanıklık ettiğinizi görüyorsunuz. Stadyumun en kötü koltuğunda bile İnönü stadyumu'nun en iyi yerinden daha iyi maç seyredeceğinizi bilmenin de rahatlığı başka oluyor.

Tribün ise ayrı bir paragrafta incelenmesi gereken bir yer. Öncelikle ayakta maç izlemek diye bir şey yok. Zira tribünleri ( Emirates ) öyle şekilde düzenlemişler ki, bir kişi ayakta dursa gerisinin maç izlemesi mümkün değil. O yüzden herkes koltuğunda oturuyor. Oturmak zorunda. Stadyumu, futbolu planlayanlar o şekilde planlamışlar. Bugün iddia ediyorum Türkiye'de koltuğa oturma zorunluluğu getirilsin ve uygulansın, stad anarşisinin önemli bir kısmı bertaraf edilir.



Aslında şu ana kadar tarif ettiğim her şey endüstriyel futbol başlığı altında incelenebilir. Zira görüyorsunuz ki bizim anladığımız taraftarlıkla onların anladığı taraftarlık arasında da ciddi bir fark oluşmuş. Arsenal - Standard Liege maçının 25. dakikasında, elinde sandwichiyle koltuğuna oturan İngilizleri görünce aslında biraz daha şaşırıyorsunuz. Babamın dediği gibi, "Yazık adamlara, Arsenal gibi takımları var, taraftarları yok" noktasına geliyorsunuz. Maçtan yarım saat önce metroya biniyorlar, 10 dakikada stadyuma yürüyorlar. Biralarını yudumlayıp ağır ağır koltuklarına yöneliyorlar. 80-85 arası da yavaş yavaş toparlanıp kalkıyorlar. 3-5 tane tezahüratları, bol alkışları var.

Ortada bir "aşk" varsa da, bizde veya diğer Akdeniz ülkelerinde yaşanandan oldukça farklı görünüyor. Artısı, eksisiyle endüstriyel futbolun nasıl bir şey olduğunu çok net olarak görüyorsunuz.

Sonra dönüp bakıyorsunuz Türkiye'deki duruma. Stadyumlarımızın en rahat yerinden bile doğru düzgün maç izleyemiyoruz. Oturmak isteyenler oturamıyor. Giriş çıkışlar, tuvaletler sıkıntılı. "Kapalı" tribünde yağmur yiyiyorsunuz. Oynanan futbol da üst seviyede değil. Bunların hepsi olabilir, kabulumdür ama hiç biri bizden üç kat fazla kazanan İngilizlerden daha fazla ücret ödüyoruz olmamızı açıklamıyor, ne garip...

Alışveriş merkezinde sinemaya gider gibi maça gidiyor onlar. Aileleriyle alışverişlerini yapıyorlar, yemeklerini yiyiyorlar, izliyorlar ve evlerine gidiyorlar. Yendiklerinde üç dakika geç çıkıyorlar, yenildiklerinde dört dakika erken. Biz bir saniye bile alamazken ekrandan gözlerimizi, onlar kah sandwichlerine bakıyorlar kah Fabregas'ın ara pasına...


1 yorum:

  1. Biraz olsun Emirates havası yaşadım oturduğum yerden.paylaşım için teşekkürler

    YanıtlaSil